Bundan böyle bloğumda okuduğum kitap - romanlarla ilgili kendi duygu ve düşüncelerimi yazmaya karar verdim.
Son zamanların en popüler romanları ile başlamak istiyorum.
AŞK- ELİF ŞAFAK VE BAB- I ESRAR-AHMET ÜMİT
Mevlana ile ilgili ne biliyormuşuz ki? Şeb-i Aruz, sema gösterileri. Mesnevi'nin adını duymuştuk ama okumamıştık. Hele Şems kim idi haberimiz bile yoktu. Sufiliği duymuşluğumuz vardı, ama nedir merak etmiyorduk. Hayatlarının bir bölümünü bizimle aynı topraklarda yaşamış ve ölmüş bu iki ünlü insandan bu kadar habersizken Ahmet Ümit ve Elif Şafak bir nevi toplum hizmeti yaptılar: Mevlana ve Şems'in hikayesi eşliğinde sufizmi basit bir şekilde anlattılar ve okuyan herkesi meraklandırdılar.
Mevlana'yı romanlarında ilk kullanan onlar değildi. Öncesinde Orhan Pamuk var örneğin. Kara Kitap'ta yüksek edebiyat yaparak Mesnevi'ye, Mevlana'nın Şemsi 'i aramasına göndermeler yapmış lakin biz Türk okurları bu konulardaki bilgisizliğimiz yüzünden anlayamamıştık. Şahsen ben Kara Kitap'ı okuduktan daha sonra özellikle Berna Moran'nın bu romanla ilgili yorumu ve diğer Kara Kitap kılavuzları sayesinde malum göndermelerden haberdar olabildim. Yaklaşık 20 yıl öncesinden bahsediyorum. Merak edip Mevlana ile ilgili bilgilendirici ama çok kuru anlatımı olan bir kitap buldum. Biraz okudum, o kadar sıkıldım ki bir kenera bıraktım. Bir daha da ilgilenmedim.
Ta ki Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ını ve bir süre sonra da Aşk'ı okuyana kadar.Bab-ı Esrar'da konu sürükleyici bir polisiye öykünün içine yedirilmiş olduğundan yazarın Mevlana, Şems ve sufilik ile ilgili onlarca kitap okuyarak, uzun araştırmalar sonucu elde ettiği birikimi hiç zahmetsiz, bir çırpıda ve zevkle aldım. Edebiyatçılar bu işe de yarıyor. Arı gibi bir sürü çiçekten polenleri alıp bünyelerinde sindirerek biz okurlara tatlı mı tatlı bal olarak geri veriyorlar.
Her iki kitapta birbirini tutmayan hikayelerle karşılaşınca ( özellikle Kimya ile ilgili) Şems ve Rumi'nin hayat hikayesi ile ilgili günümüze kadar gelen bilgiler güvenilir olmasa gerek diye düşündüm. Bununla ilgili biraz internet karıştırayım dedim de karşıma hep daha önce anlamını bilmediğim şu kelime çıktı :
Menkıbe
Anlamı özetle şöyleymiş :"
Arap ordularının Orta Asyaya girmeleri sonucu ortaya çıkan yeni bir edebiyat türü. Dini şahsiyetlerin meziyetlerini ve din uğruna yaptiklari şeyleri anlatan eserler."
Ya da
"
Din büyüklerinin ya da tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamlarını ve masalsı işlerini konu edinen öykü."
Yani Mevlana ve Şems'in hayat hikayeleri ile ilgili yazarlarımızın yararlandığı kaynakların çoğu aslında yıllar önce başkalarının kulaktan kulağa anlattığı, yüksek dozda masal öğeleri içeren, bir nevi halk hikayeleri...
Eh, zaten pek de gerçek olmayan yaşam öykülerinin üzerine bir de bizim yazarlar kendi kurgularını katınca ortaya yeni menkıbeler çıkmış oldu. Kimbilir, bu romanlardaki hayal ürünü bazı sahneler yıllar yıllar sonra geleceğin yazarları için kaynak oluştururlar. Yani "ayıkla bakalım o zaman pirincin taşını" olur.
Mevlana daha bir durmuş, oturmuş, saygın kişilik olarak bilindiğinden daha çok Şems karakteri üzerinde oynanmış. Her iki yazar da kendi dünya görüşlerine göre Şems'i şekillendirmişler.
Bab-ı Esrar'da esas mesele günümüzde yaşayan bir dervişin Mevlayı bulmak için terkettiği karısının ve kızı Karen'in duyguları. Terkedilenler roman boyunca terkedeni anlamaya ve hatta affetmeye çalışıyorlar. Yazar modern zaman dervişi Poyraz Efendi'ye pek de anlayışlı davranmamış. Hatta romanın sonunda fiziksel acı çektirterek öldürmüş. Terkedişinin cezası olarak belki!
Romanı daha dramatik hale getirmek için Poyraz'ın kızını terketme yaşını oldukça küçük tutmuş. Karen babası tarafından terk edildiğinde 9 yaşında. Aklı herşeyin farkında olacak kadar büyük ama duygusal olarak durumu kaldıramayacak kadar küçük. Aklı büyük diyorum çünkü romanın kurgusunda mevleviliğin felsefesi Poyraz'ın ve Şeyhinin yaptıkları konuşmalardan Karen'in aklında kalanlar üzerinden anlatılmış. O yaşta bir çocuk bunca felsefi lafı hatırlayabiliyorsa ve hatta anlayabiliyorsa aklı gerçekten büyükmüş!
Yazar Şems' e karşı da oldukça öfkeli. O'nu Kimya ile Kimya başkasına aşıkken (Mevlana'nın küçük oğluna) zorla evlendirtmiş, ve Kimya'nın katili yapmış. Zaten romanın ilk sayfasında Şems öldürüldüğünde Kimya'nın mezarında nasıl huzur bulduğunu anlatılıyor.
Roman bittiğinde kendimize şu soruları soruyoruz: Mevlayı bulma yolunda herşey mübah mı? Mevlana kendi içsel yolculuğu uğruna geride ailesinden kalbi kırık insanlar bırakmış. Karısı, üvey kızı (?) Kimya, küçük oğlu. İyi baba olmayı başaramayan bir insan nasıl iyi bir Allah aşığı olabilir, vs. vs.
Sonuçta Bab-ı Esrar eleştiren ve sorular soran bir roman olmuş. Cevapları da okura bırakıyor.
Gelelim Aşk'a...
Bab-ı Esrar'dan daha sonra okuduğum Aşk'ı çok sevemedim. Postmodern tarzda yazılmış bir kişisel gelişim kitabı okuyorum zannettim. Bu yüzden çok kuru geldi. Çağdaş bir sufinin yazdığı romanla Amerika'daki mutsuz bir ev kadınını etkilemesi ve hayatını değiştirmesine sebep olması anlatılıyor. Elif Şafak sufilik felsefesini romandaki romanda (Aşk Şeriatı) Şems'in kırk kuralı olarak özetleyip bize hap şeklinde veriyor ve hatta birer hikaye ile bu kuralları örneklendirerek daha iyi anlamamızı sağlıyor. Tam da kişisel gelişim kitabı taktiği...
Aşk'da Şems'i asi, anarşist ama hümanist, halkı anlayan ama anlaşılamayan bir karakter olarak gösteriyor. Bir nevi anti kahraman. Şems dolaylı da olsa Kimya'nın ölümüne sebep oluyor.Ama Elif Şafak bunu affedebiliyor. Çünkü dervişlerin dünyevi (mecazi) aşkla işleri yoktur. Kimya'nın kendisini mecazi aşkla sevmesi de Kimya'nın kendisinin aşması gereken bir sorundur. Nitekim aşar da. Şems'e duyduğu dünyevi aşktan ilahi aşka geçiş yapar. Zira ölüm döşeğinde Elif Şafak Kimya'ya şunları söyletiyor:
"Her halükarda, öyle ya da böyle, artık mühim değil. Ne kızgınım ne kırgınım.(...) Her ayrıntının arkasında bir düzen var. Mükemmel bir aşk nizamı! Şems'in odasını ipekler, tüller kuşanarak ziyaret edişimden on altı gün sonra ben Mevlana'nın evlatlığı Kimya, çağıl çağıl bir hiçlik ırmağına daldım. Orada gönlümden geçtiği gibi yüzdüm, yüzdüm, aktım. Ve o zaman anladım ki Kuran'ın dördüncü okuması böyle birşey olmalı: Sonsuzluk, sınırsızlık, kapsayıcılık ve açıklık... Hiç olmak suretiyle her şey olmak... Hafiflemek suretiyle derinleşmek...
Elif Şafak Şems'e bir roman kahramanı olarak son derece merhametli yaklaşıyor, Kimya'nın ilahi aşka ulaşmasına vesile ediyor. Tek suçu Şems'i sevmek olan Kimya karşılıksız aşkı yüzünden genç yaşında ölmüş o kadar önemli değil. Benim ise sufilikten pek de feyz almamış ruhum Kimya'nın ölüm döşeğindeki çağıldamalarını hastalığının son safhasının beyninde yarattığı hasarın sebep olduğu halüsinasyonlar olarak algıladı.
Bu romanların ardından benim bildiğim birisi Şems, diğeri de Kimya ile ilgili iki kitap daha yayımlandı. Özellikle Kimya - Şems ilişkisi o kadar magazinsel bir ilgi uyandırdı ki bu konu daha çok roman yazdırır.
Aralık 2015
Bu iki kitabı hala okuyan var mı bilmiyorum. Hatta benim bu yorumumu okuyan var mıdır onu da bilmiyorum. Yine de bir vesileyle yazdıklarımı yaklaşık beş yıl sonra tekrar okuduğumda ek bir yorum yapma ihtiyacı duydum:
Her iki kitapta da "gayb alemi", "perdenin ardındaki sır"ya da sadece "sır" terimleri sık sık kullanılıyor.
Biz sadece Mevlana, Şems ve Sufilik ile tanışmış olduk. Ama sadece tanışma. Bu ve benzeri biyografi kitaplarını okuyarak sufiliğin ne olduğu bilmek/anlamak mümkün değil. Çünkü o bir SIR.
Sırlar ise kendini öyle kolay kolay ele vermez...
Kitapları okurken merak ettiniz mi yahu nedir bu perdenin ardındaki diye? Elif Şafak ya da Ahmet Ümit biliyorlar mı perdenin ardındakini?
"Kırk kural" mıdır o sır. Hiç sanmıyorum. Herkesin bildiği sır olur mu hiç?
Beş yıl sonra anladım ki "sır" şunun için sır:
Ayan beyan anlatılsa da eğer kalbiniz anlatılanları almaya hazır değil ise mümkün değil anlayamıyorsunuz.
Kırk kural burada devreye giriyor. Bir parça da olsa kalbinizi açmaya...